26 Aralık 2011 Pazartesi

Hayvanlar Arası Dostluk



Son yıllarda hemen hemen her gün televizyonlarda ve yazılı basında bir köpek kediyi emzirdi, bir kedi köpek ile sarmaş dolaş oldu, bir köpek kuzuları emzirdi, kedi ile kuş arkadaş oldu gibi bir takım haberler moda oldu.

Ve bu tür hareketleri nedense hep hayvanların ne kadar güzel bir ilişki kurduğunu birbirlerine düşmanlığı bırakıp dost olabildiklerini ballandıra ballandıra anlatıp duruyorlar.

İnsanların hayvanlar kadar birbirlerine tahammül etmediklerini, hayvanlardan ders almaları gerektiğini söyleyip duruyorlar.

Tamam insan denen canlı varlık çok acayip bir yaratık ve git gide de daha bir zıvanadan çıkıp kendi hırsları için yapmadığı ve yapamayacağı şey de yok.

Ama şu da unutulmamalı ki, hayvanlarda son senelerde kendi kişiliklerinden sıyrılmaya başlayıp ne olduğu belli olmayan bir canlı türüne bürünmeye başladır.

İnsanoğlunun doğayı katletmesiyle doğanın dengesi bozuldu ve doğanın dengesini sağlayan hayvanlarda bu bozulmadan etkilenip ne yazık ki, kendi türlerine yakışmayan davranışlarda bulunmaya başladılar. Gerçi hep gayet barışçıl davranışlar göstermeye başladılar ama görünürde iyi bir şeymiş gibi gözükse de uzun vadede bunun iyi bir şey olmadığı ortaya çıkacaktır.

Her canlı kendi biyolojik yapısına göre hareket etmelidir. Yok öyle bir köpek kuzuyu emzirdi, bir kedi kuşu sevdi deyip de aaaa ne güzel insanoğlu bundan ders çıkarsın demek.

İnsan denen canlı türünü bir kenara koyun, o canlı türü ipini koparıp aldı başını gidiyor. Nereye gittiğini kendi de bilmiyor. Onun içinde koy verin gitsin. Bir gün gelir kendini hırslarının götürdüğü yere değil de yüreğinin götürmek istediği yere gider.

Kısacası hayvanlar arasındaki bu dostluk ilişkisinin sorumlusu hayvanlar değil, ne yazık ki onun da sorumlusu doğayı katleden ve doğanın dengesinin bozulmasından etkilenip hayvanları da genetik yapısından çıkaran İNSAN dır.

Köpek köpekliğini, kedi kediliğini, kuş kuşluğunu, kuzu kuzuluğunu, akrep akrepliğini yapacak. Yoksa yaşamın tadımı kalır.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Gözyaşlarım Kan



Benim şelalerimden kum akar
Gözyaşlarım kan
Sigaramın dumanı su gibi uçar
Bana geleceksen
Bunları bil de gel

Yaktığım ateş asfaltın zifti gibi kokar
Bedenimin teni okyanus
Avuçlarım sabana benzer
Beni seveceksen
Bunları bil de sev

Benim gülmem
Yeni doğmuş bir çocuğun ağlamasına
Ağlamam kuş kanadının çıkardığı sese
Dokunuşum fırtınanın savrulmasına benzer
Bana bakacaksan
Bunları bil de bak

Bana gel
Beni sev
Bana bak
Demiyorum sana
Ama çekip gideceksen eğer
Temmuz ayında git

19 Kasım 2011 Cumartesi

Deneklik (Kobaylık)


Üç gündür gazetelerde ve televizyonlarda sağlık sektöründe yeni ilaçların denenmesi için kullanılan insanların haberlerini yapıyorlar. Neymiş efendim 4 yılda 893 kişi ölmüş, bu bir skandalmış.

Sanki ilk defa duymuş gibi herkes bir birlerine aaaaa bizim ülkemizde de oluyormuş bunlar gibi samimiyetsizce şaşırmalar çok garibime gidiyor.

Sokaktaki insanların çoğunluğu belki bilmez ama bu şaşırma mimiklerini habercilerde yapmıyor mu, işte bu çok komik oluyor.

Bu konu ilk defa Uğur Dündarın ARENA programında çıkmıştı. Bunun tarihide en az bir yirmi yılı buluyordur. Bunun tabi ki öncesi de vardır, yani öyle şimdi ortaya çıkmış bir konu değil.
Deneklik (Kobaylık)


Ne yani şimdi bir yabancı gazeteci böyle bir istatistik yayınlamasaydı, Türkiye de böylesi bir olaydan kimsenin özellikle de devlet yetkililerinin haberi olmayacakmıydı.

Bugün insanların biraz daha fazla dikkatini çekmesi, son yıllardaki ülkemizde ki, yoksulluğun ve çaresizliğin her geçen gün daha fazla artmasından da kaynaklanmaktadır. 

İnsanlar artık işsizlikten dolayı evine götüremedikleri ekmeklerini, böylesi bir yoldan çıkarmaya başlamış olabilirler. Tabi birde buna kolay para kazanmayı da eklediğimiz zaman insanlar kendi bedenlerini sonradan yakalanacakları hastalıklara aldırış etmeden kobaylığa (denekliğe) kendi istekleri ile sunuyorlar.

Üstelik bunun hiçbir illegal tarafı da yok. Her şey legal. Denekler işleri bittikten sonra makbuz karşılığı paralarını bankadan alıyorlar. Ve bu kobaylığı ülkenin en iyi hastaneleri yapıyorlar. Özelliklede üniversite hastaneleri.

Sağlık bakanlığı bile yapmış olduğu açıklamasında insanlar kendi istekleri ile kendilerini kobay olarak kullandırdıkları için yapabilecekleri bir şeyin olmadığını açıkladılar. 

Uzun lafın kısası “Alan razı satan razı” diye bir atasözümüz var. (Atasözümü yoksa değil mi ondan da emin değilim) eee devlet olarak da yapılabilecek bir şey yok. İnceldiği yerden kopsun demekten başka bir şey yok.

Yalnız birde kendi hastalıklarının üzerinde daha piyasaya çıkmamış ilaçları hiç para almadan bedenlerine kullanılmasına izin veren hastalar var. Bunları kobaylık yapan kişiler ile karıştırmamak lazım. 

Mesela dünyaca ünlü fizikçimiz Erdal İnönü gibi. Bunun gibi kim bilir daha nice hastalar vardır.

18 Mart 2011 Cuma

Kendi Gibi Düşünmeyeni Aşağılamak Ve İmha Etme Planı

Ülkemiz hariç diğer tüm ülkelerde hristiyan ve müslüman dinlerine mensup olan insanlar bir takım sudan sebeplerle din savaşlarına girerler. Bizim ülkemizin hemen hemen tamamına yakını müslüman olduğundan böylesi bir çatışma yaşanmamıştır ama bazı rahipler ve hristiyan olanlar sonu ölümlere varan eylemlere maruz kalmışlardır.

Dünyada bir dine inananlar veya bir dine inanmayanlar diye bir çatışma çıkmamıştır. En azından ben hatırlamıyorum. Şimdiye kadar hep müslüman ve hristiyanlar arasında veya katolikler ile protestonlar arasında çok şiddetli çatışmalar çıkmış ve çok sayıda insanın ölümlerine neden olmuştur.

Dünyada bir çok şeyi ilk yaşayanlardan biri olan ülkemiz öyle görünüyor ki, bir ilki daha yaşamaya hazırlanıyor. Hazırlanıyor çünkü bir dine inananlar ve inanmayanlar arasında bir çatışma çıkmasına yönelik zemin hazırlanmaya çalışılıyor.

Ülkemiz sınırları içinde aslında ateist olan insan sayısı yok denecek kadar azdır. Ama ne yazık ki, başını örtmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, camiye gitmeyen, kurban kesmeyen insanlara hiçbir dine inanmıyor muamelesi yapılıyor. Bu yüzdendir ki, büyük çoğunluğunu sünni mezhebine mensup insanların oluşturduğu insanlar ile diğer mezhebe bağlı insanlar arasında bir çatışma yaşandığı zaman sünniler hariç tüm mezheplere dinsiz muamelesi yapılacağından dolayı dine inananlar ve dine inanmayanlar diye bir çatışmanın içine girilecek.

Ülkemizin şu an içinde bulunan siyasi ortamından da faydalanmak isteyen bazı kesimler, bilim insanı ve din adamı payesi adı altında bir takım insanlara olur olmaz yerde kışkırtıcı bir takım cümleleri söyletip adeta bir çatışma çıksa da hepimiz rahatlasak anlayışı altında ellerini ovuşturuyorlar.



Üç yıl önce ünvanının “doçent” olduğu bir kişinin “Bütün alevi kadınlar orospudur” gibi rezilce bir anlayışının olması ve bunu bir derste öğrencilere söylemesi.

Yine 2011 seçimlerine hazırlık yapan bir ilçe de  bir partinin medya tanıtım sorumlusunun “ örtüsüz kadın satılık kadındır” gibi saçmalaması, bir mezhebin ve türban takmayan kadınlar üzerinden seçim propagandası yaparak, bir çatışmaya davet çıkarır gibi tavır takınmaları öyle görünüyor ki, kamplaşmanın da ötesinde bir cepheleşme yaratarak olası bir çatışmaya zemin hazırlamaktadır.

Hele birde “ünvanı” profesör olan biri “dekolte giyen kadınlara tecavüz edilir” gibi bir saçmalığı ortaya atması aslında kendi içindeki cinsel saplantılarını dışa vurduğunun farkında bile değildi.

Bu ülkede cinsel taciz ve tecavüz kadından daha çok çocuk denecek yaşlardaki 13-14 yaşlarında kız-erkek çocuklarına karşı yapılıyor. Şimdi sormak gerekiyor bu çocuklarda mı, dekolte elbise giyiyordu.

Hele hele 17 aylık bir bebeğe bile tecavüz edildi bu ülkede. Bunlar ne yazık ki, bizim ülkemiz için münferit olay falan değil. 1 yaşından 16-17 yaşlarında ki çocuklara cinsel taciz ve tecavüzler neredeyse geleneksel hal almaya başladı. Gelenekselleşmeye başladı diyorum çünkü, son yıllarda bu tür suçlara bakan mahkeme heyetleri de akıl almaz kararlar almaya başladı. 13 yaşında yaklaşık 25 kişi tarafından tecavüz edilen çocuğun ve çocukların ruhsal dengesi bozulmamıştır gibi anlamsız bir takdir hakkı kullanarak tecavüz eden sapıklara ceza indirimleri uygulamaya başladı. Bazılarını da beraat ettiren mahkeme üyeleri bile var. Adli Tıbbın vermiş olduğu rapora hiç değinmeyeceğim, çünkü son zamanlarda vermiş olduğu her on rapordan sekizinde skandallar yaşanmaya başladı.

Siyasi konjoktür öyle bir aşamaya geldi ki, sekiz yıl öncesine kadar Türkiye’de hiç kimse müslüman değilmiş ve herkes müslümanlığı sekiz yıl önce öğrenmeye başlamış ve dolayısıyla da yeni müslüman olmuş oluyor.

Bu yeni müslümanlık anlayışı öyle güzel empoze edildi ki, din ile ilgili hiçbir şey bilmeyenler adeta takım tutar gibi başını örtmeye başladı, oruç tutmayan insanlar oruç tutmaya başladı, kurban kesmeyenler kurban kesmeye başladı, camiye gitmeyenler en azından Cuma namazına gitmeye başladılar.

Bu yeni müslümanlığa ayak uydurmayıp eski yaşantısını devam ettirenlerde yeni müslümanlar tarafından dinsiz olarak adlandırılmaya başladılar.

İş artık öyle bir çığırından çıkmaya başladı ki, geldiğimiz noktada, bir mezhebe inanan kadınlara “orospu” ve başını örtmeyen kadınlara da “satılık kadın” “ dekolte giyene tecavüz edilir” deme cesaretini gösterme cüretine kadar geldi.

Bakalım bu gidişattan kim karlı çıkacak.

13 Mart 2011 Pazar

Anamur-Kıbrıs Su Hattı

NOT : Bu yazı 16 Temmuz 2010 tarihinde onverita sitesinde yayınlanmıştır. Geçenlerde Başbakan Erdoğan Alaköprü barajının temelei atması nedeniyle yazıyı yeniden yayınlama ihtiyacını duydum.

Her zaman ki gibi yine hesapsız kitapsız işler ile uğraşılıyor. Milyonlarca dolar parayı bu sefer denizin içine gömmek için yaklaşık 12 yıl önce bir fikir atıldı ortaya. O zamandan bu yana sürüncemede kalan bu öneri iki yıldan beri hızlanmaya başladı. Yakında ihaleyi kazanan firma işe başlayacakmış.


Neymiş efendim denizin 250 metre altından Mersin’in Anamur ilçesinden KKTC’ye borular döşenecekmiş ve böylece KKTC’nin su sorunu ortadan kalkacakmış.

İyi güzel de acaba o kadar masrafı yaptıktan sonra mı, alınması planlanan Dragon çayının suyu yeterli mi diye bakma zahmetine girişecekler.

Akılları sıra Dragon çayının geldiği Alaköprü’ye yapımı devam eden baraja güveniyorlar. Ama umdukları gibi suyu oraya toplayabilecekler mi?

Anamur’un bile yaz aylarında su sıkıntısı çektiğini bilmiyorlar mı?
Dragon çayının yaz aylarında su seviyesi en alt düzeye indiği için su pompalarının deniz suyunu çekip evlere deniz suyunu pompaladığını bilmiyorlar mı?



Bunun içindir ki, Anamur Belediyesi su pompalarının çalışmasını durdurup İskele mahallesi başta olmak üzere birçok mahalleye su veremediği için insanların susuz yaz filmi gibi bir yaşam sürdüklerini bilmiyorlar mı?

Böylesi bir çalışma acaba Anamur Belediyesi ile ortaklaşa yapılmıyor mu?

Yapılıyorsa eğer belediye bunları devletin yetkili makamlarına iletmiyor mu?

Gerekli bilgileri vermiyorsa Anamur Belediyesinin bundan önce ve bundan sonra ne gibi bir karı vardı.

KKTC, bir Avşa adası kadar da mı olamıyor. Avşa kendi su sorununu çözdüğü gibi çevresindeki adalara da su vermeye başladı. Bir Avşa adası kadar olamıyorsa eğer KKTC ve T.C hiç büyüklüğünden ve Avrupa ülkesi olmaktan bahsetmesin. Neden deniz suyunu içme suyuna çevirecek bir tesis kurulmuyor da, geleceği belli olmayan bir karanlığın içine dalıyor.

Yılda 75 milyon metre küp su taşınacakmış. Bunun 15 milyon metre küpü içme suyu amaçlı, geriye kalan 60 milyon metre küp ise sulama suyu olarak kullanılacakmış.

Buna güler ya, birkaç sene sonra Anamur’un kendisi içme suyu bulamayacak hale gelecek. Anamur su bulamazken Anamur’dan giden 60 milyon metre küp su üstüne üstlük tarım için kullanılacakmış. Dedim ya buna sadece gülerler.




Sanırım bu çalışmanın parası KKTC’nin kendi kasasından çıkmıyor. Türkiye Cumhuriyetinin bütçesinden karşılanıyor. Eğer böyle ise o zaman ne gerek var kendilerini sıkıntıya sokmalarına, başı bile ağrısa ağrı kesicisini ne de olsa Türkiye veriyor. Üstelik neden başını ağrıtacak sorular sorsun.

Devlet Su İşleri (DSİ) 6. Bölge Müdürü Numan Doğan Gündüz yaptığı açıklamada, DSİ'nin en büyük yatırım projeleri arasında yer alan KKTC İçme Suyu Temini Projesi'nin ön yeterlilik ihalesinin geçtiğimiz günlerde yapıldığını, müteahhidin inşaata başlayacağını söyledi.
Bu da demek oluyor ki, ihaleyi yapan biziz, en büyük yatırım diye övünen biziz, eee doğal olarak da parayı da veren biz olacağız.


Geçenlerde KKHY havayolları iflas ettiği için bir başka havayolu firması almaya kalktı. KKHY havayollarının çalışanları karşı çıktı satış engellendi. Ne gibi dolaplar dönüyor tam olarak bilemem ama, birilerinin o dönme dolaba binip direksiyonu ellerinde tuttuğu da bir gerçek.

Neyse biz gelelim su meselesine.

Az bir nüfusu olmasına rağmen kendi su ihtiyacını karşılayamaz duruma gelen Anamur ilçesi, kalkıp başka yere su vermesi anlaşılacak gibi değil. İlk yıllarda belki sorun yokmuş gibi görünebilinir ama çok kısa bir zaman sonra harcanan dünya kadar para denizin 250 metre altında çürümeye bırakılacağını görmemek için insanın gözüne Akdeniz’in o tuzlu suyu kaçmış olması gerekir.

Dedik ya deniz suyunu içme suyuna arıtan bir tesis yapılsın, deniz bitmediği sürece KKTC’nin su ihtiyacı ortadan kalkar. Üstelik yakın zamanda Anamur’un karşılaşacağı su ihtiyacını karşılayıp kendilerine bir de gelir kapısı açarlar.

Bu projenin bir diğer adı da “Rüya Projesi” bu kafayla gidildiği sürece de, o rüyada çok kısa bir zaman sonra kabus görülecek. Ama o kabus şimdi ki, yetkililerin başına değil. Bundan sonra gelecek olan yetkililerin kabusu olacak.

Hani derler ya, “Tüyü bitmemiş yetim hakkını yedirmem” diye. Tüyü bitmemişlerin değil, on kuşak sonra doğacak olan bebelerin haklarını yedirmek için her şey yapılıyor.

6 Mart 2011 Pazar

Şiddeti Uygulayan Erkek Değil Sistemdir

Bir grup kadının önceliğinde Kadın Partisi isminde bir parti kurulmaya çalışılıyor.


Biz kimiz ve ilkelerimiz gibi başlıklar altında yazılan yazılara şöyle bir göz attım. Hiçbir siyasi düşünceye dokunulmuyor sadece klasik olarak demokrasi, cumhuriyet ve Atatürkçülükten bahsediliyor.

“nihai hedefimiz, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygılı , demokrat, adil, sosyal devlet anlayışına dayalı bir siyaset ve yönetim yapısı kurmaktır.”

Gibi bir hedef koymuşlar önlerine. Yani klasik parti ve dernek tüzüklerinde olabilecek kelimeler.

Ve kadın ve erkek gibi ayrımcılık yapmayacağız diye de vurgulama yapmak ihtiyacı hissedilmiş.

Tüm dünyada erkek hegemonyası hakim olduğu gibi ülkemizde de erkek egemenliği hakimdir. Bu su götürmez bir gerçekliktir.

Ama gerek dünya da gerekse de ülkemizde bir “Erkek Partisi” yoktur. Var olan partiler erkeklerin egemenliğindedir. Bunun sebebini bulmak içinde 1900 lü yıllara bakmak değil, ta ilkel komünal topluma kadar inip oradaki çok kısa bir dönemi ayırıp (Anaerkil dönemden bahsediyorum) yaşanılan şartlara bakmak gerekiyor.

İlkel toplumdan başlayıp köleci, feodal,kapitalizm, emperyalizm hatta sosyalizmin yaşandığı dönemlere bakıldığı zaman siyasi ve ekonomik olarak erkek egemenliği görülür.

Bunun sebebini yaşamın başlangıcından bu yana erkek otoretisinin baskın olmasından dolayı bunun doğal bir sonucu olarak meydana geldiği görülecektir.

Bunun sonucu olarak da doğal olarak kadına karşı erkeklerin siyasi, ekonomik ve bedensel şiddeti günümüze kadar süregelmiştir. Bu şiddeti ortadan kaldırmak için şimdiye kadar yapılan bir çok eylemler ve çalışmalar ne yazık ki yine erkeklerin karar vermesi ile asla başarıya ulaşamamıştır.

İş artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, kadınlara uygulanan şiddeti ortadan kaldırmak için kurulan bir takım sivil toplum örgütleri ve oluşumlar işi erkek düşmanlığına kadar getirmişlerdir. Yani şiddeti ortadan kaldıracağım diye karşı şiddeti savunur hale gelmişlerdir. Feminizm denen anlayış gibi. Feminizmin kadınları korumak gibi bir misyonu yoktur. Kadınların erkeklerden daha üstün olarak gören bir anlayışı vardır. Kadınları savunurmuş gibi yapıp, kadınlara şiddet uygulayan erkeklerin üzerinden tüm erkekleri aşağılama gibi bir anlayışa sahiptir.
Bir mağazanın vitrini ne kadar ilginç ve güzel olursa o kadar çok fazla kişi içeriye girer hiçbir şey almayacaksa bile şöyle bir gezme ihtiyacını hisseder.

Yani bir partinin ismi de aynı mağaza vitrini gibidir. Partinin ismini okuyan herkes kendini görmeli ve aklının bir yerlerine o isim takılıp kalmalı. O an olmasa bile daha sonra eline geçeceği bir haberi okuma ihtiyacı hissetmeli. Kadın Partisi diye isim konursa daha mücadeleyi başlamadan bitirirsin.

İstediğin kadar ben kadın ve erkek ayrımı yapmayacağım desende eğer oluşumunun ismi ”Kadın Partisi” olursa ayrımcılığı baştan insanların kafasında kalın çizgilerle yaratıyorsun demektir.

Niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun eğer pratiğinizde bir takım hatalar yapıyorsanız asla başarıya ulaşamazsanız. Kadın sorunu başlı başına temel bir sorun değildir. Yani kadın sorunu bir ülkenin baş çelişkisi değildir. Bir ülkenin sorunları erkeğini, kadınını ve çocuğunu bir bütün olarak kapsama alanına alır.

Elbette ki sorunların içinden bir takım yanlışlıklar zaman zaman ön plana çıkabilir ama bu sorunu çözmek için temel sorunu göz ardı edip tali sorunlarla uğraşmaya kalktığında sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüm haline getirmekten başka bir şey yapmazsın.

Bu ülkede kadınlardan çok daha fazla şiddeti gören çocuklardır. Şimdi hep beraber bir de “Çocuk Partisi” mi kuralım.

Eşcinsellerde şiddet görüyor, bir de “Eşcinseller Partisi” kuralım. Yanılmıyorsam gerçi Eşcinseller Partisi Avrupa’nın bazı ülkelerinde var. Avrupa’nın bazı ülkelerinde var diye bu doğrudur anlamına gelmiyor tabii.

Bir siyasi partinin ideolojisi olur. Ve bu siyasi anlayışının içinde dünyadaki yaşanılan tüm sorunların çözümlerine yönelik projeler vardır. İktidara geldiğinde veya istediğin devrimi yaptığında kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla yaşanılan tüm sorunları çözmeye çalışırsın.

Yoksa seksiyon örgütlenmeleri gibi “Kadın Partisi”, “Erkek Partisi” veya “Çocuk Partisi” gibi ayrı ayrı isimler altında partiler kurma yoluna gidilmez.

Yok gidersen ne olur, dostlar alışverişte görsün bakın biz neler yapıyoruz dan öteye gitmeyen bir kargaşadan başka şey olmaz.

Tarla da, fabrika da, sokak da, okul da kısacası hayatın her alanında kadın ve erkek omuz omuza yaşam mücadelesi vermediği sürece istediğin yerde, istediğin isim de partini kursan ne olur.

Kadına şiddeti uygulayan erkekler değildir. Feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm sistemin egemenliğini elinde bulunduran erkekler olduğu için doğal olarak şiddeti erkekler uygulamış oluyor. Yani şiddeti uygulayan sistemdir.

20 Şubat 2011 Pazar

Bekliyorum


Ölümü
Bekliyorum
Geldiğinde
İyi geceler
Demek
İçin

Ölümü
Bekliyorum
Geldiğinde
Günaydın
Demek
İçin

Ölümü
Bekliyorum
Geldiğinde
Beni
Göremediğinde
Yüzünün
Alacağı
Rengi
Görmek
İçin

8 Şubat 2011 Salı

Renkli Devrim

1990 yılından itibaren dünyada yeni bir akım başladı. Renkli devrimler. İlk önce  Avrupa’nın Balkan ülkelerinde başladı ve giderek de dört bir tarafa yayılmaya başladı.

Bunların kimilerine turuncu, kimine pembe kimine de beyaz gibi renk adları takıp halkın kendiliğinden gelen protesto ve giderekte isyana varan ama sonucunda yine emperyalistlerin ve karşı devrimcilerin başarıya ulaştığı eylemlerin adına devrim denmeye başlandı.

SSCB’nin dağılmasından sonra dünyada karşı devrimin kalesi olarak tek kalan ABD emperyalizmi yanına bir takım emperyalist ülkeleri de alıp dünyada istediği gibi at koşturmaya başladı.

Özgürlüğün ve demokrasinin sadece kendileri tarafından bilindiğini ve bu bildiklerini Pazar olarak seçtiği ülkelere de götürmek için uzun vadeli planlar yapmaya başladı.

Kimi ülkelere sermayesi ve kültürü ile girerken kimi ülkelere de o ülkede ki bir takım eylemleri sorun olarak gösterip bizzat emperyalizm çağının öncesinde olduğu gibi tankı, tüfeği ve topu ile girmeye başladı.



Devrim nedir?

Devrim, bir toplumu ileriye ve geriye götürmek için ülkede köklü bir değişiklik yaparak yönetimi ele geçirmektir. İleriye doğru götüren devrime sosyalist devrim, geriye doğru götüren devrime de gerici ve karşı devrim denir. Bu gerici ve karşı devrime faşizm de diyebilirsiniz.

Dünya siyasi olarak şu anda emperyalizm çağında olduğundan dolayı dünyanın hiçbir ülkesinde güçlü sosyalist ve komünist partilerin olmadığından, size özgürlüğü ve demokrasiyi den ben getiririm diyen emperyalistler tarafından “sözde devrim” yapılmaktadır.

Kendisine Pazar olarak seçtiği ülkelerin iktidarlarında bulunan insanlar eğer kendisine biraz sorun çıkarabilecek olan kişilerden oluşuyorsa, ajanlarını ve o ülkenin yerli işbirlikçilerini devreye sokarak renkli “devrimler” yapmaktadır. Bunda ulusal basın denen ve sözüm ona özgürlükçü köşe yazarlarını da çok iyi kullanma yöntemini bildiğinden dolayı da sadece basını bile kullansa sömüreceği ülkeden istediğini almaktadır. Bu konuda emperyalizmin hakkını vermek gerekiyor.

Balkan ülkelerini ele geçiren ABD ve AB emperyalizmi şimdi de Orta Doğuya yeni bir şekil vermek için Wikilis denen ne olduğu belli olmayan belgeleri dünya kamuoyuna sunup planını tek tek ortaya koymaya başladı.



O belgelerin hiç mi gerçek bir tarafı yoktu. Elbette vardı zaten komplo teorilerinde bir takım gerçeklik payı olmazsa o teori ne kaale alınır ne de başarıya ulaşır.

Afrika ülkelerini zaten çok önceden talan etmişti ve hala da talan etmeye devam ediyor. Kaynaklar kurumaya başladı ki dünyanın en zengin kaynakları olan Orta Doğuyu ele geçirmeye başladı şimdi.

Gözüne kestirdiği ülkeyi ele geçirmek için yine kendi ülkesinin yoksul insanlarını kullanmaya başladı. Bu çok daha kolay ve zahmetsiz bir yoldur. Doldur boşalt sistemi ile zaten yönetimden memnun olmayan yoksul insanları bir takım can alıcı sloganlar ile sokağa dök, kendi gibi olanları öldürsünler bir süre sonra da size özgürlük ve demokrasi vereceğim diye sokaktaki insanların önlerine hoşlarına gidecek bir takım vaadler ve sözler ver yönetimi ele geçir. Irak’ta yaptığı gövde gösterisinde çok büyük kayıplar verdiği için artık her ülkeye kendi askerini biraz zor gönderirler. Hem yeni geliştirilen bu yöntem çok daha garantili. Gerçi daha önce de bu tip yöntemleri kullanıyorlardı (Romanya gibi) ama bu yöntemde ipin ucunu elinden kaçırma gibi bir riskte var. Yerli işbirlikçilerini iyi seçersen başarılı olmama gibi bir sorunda yok aslında. Böylece emperyalizmin kendi askeri de ölmez ve çok da fazla zahmet çekmeden ülkede kendi yönetimini kurduktan sonra gelsin paralar.

Tunus’da Fas’da sessiz sedasız ülke yönetimini al aşağı ederken, Mısır’da öyle kolay olmayacağını çok öncelerden tahmin eden emperyalizm. Ajanlarının ve yerli işbirlikçilerinin sayesinde bir hafta gibi çok kısa bir zamanda yine istediğini almış gözüküyor.


Bizim ülkemizin ulusal basını bile devrim devrim diye bas bas bağırması nedendir. Devrimin ne olduğunu bilmediklerinden değil elbette, verilen görev öyleydi ve üzerilerine düşen görevi de çok iyi yaptılar. Hele Mısır’dan yaptıkları canlı canlı görüntülerle meydanlarda toplanan ve ne yaptığını bilmeyen bir çoğunluğun görüntülerini bizlere seyrettirerek.

Devrim denen ne olduğu belli olmayan (aslında belli) bir hareketlenmede yine iki karşı devrimci diye adlandırabileceğimiz insanlar bir araya gelip onca insanın canına kıydıktan sonra yine kendi aralarında sanki hiçbir şey olmamış gibi bir anlaşmaya vardılar.

Ve biz de buna devrim diyeceğiz öylemi.

Devrimcisi olmayan bir devrim olur mu?

Ya da yetmez ama bu kadar devrim yeterlimi diyeceğiz.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Ne Var Sanki

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha AKP iktidarda kalsa,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha seçim olmasa,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha ileri demokrasi denen ama ne olduğu bir türlü anlaşılamayan bu yönetim devam etse,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha AB’ye girmek istiyormuşuz gibi davransak,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha parlamentodaki vekiller, bakanlar ve tüm bürokratlar olduğu yerde kalsa,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha kendilerini bağımsız basın olarak gören bir takım köşe yazarları kim güçlü ise ondan yana tavır koysalar,



Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha yargı bağımsızmış gibi kararlar alsa,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha işçiye, memura ve emekliye yıllık % 3 zam verilse,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha polis her protesto edene biber gazı sıksa ve jopu göstericilerin kafasına kafasına vursa,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha Özel Tüketim Vergisi adı altında devlete haraç vermeye devam etsek,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha adına demokratik açılım, güneydoğu sorunu, veya Kürt sorunu diye adlar taktığımız ülkemizin başlıca sorunu devam etse,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha hapishanelere atılan insanlar mahkeme önüne çıkarılmayı bekleseler,

Ne var sanki, iki yüz üç yüz yıl daha mahkemelere çıkarılan insanlar davalarının sonuçlanmasını F tipi cezaevlerindeki lüks otel odalarında bekleseler,

Ne var sanki,

Ne var sanki,

Ne var sanki,

Bu iki yüz üç yüz yıl muhabbeti de nereden çıktı diyenleriniz çıkabilir.

Allianoi diye bir antik bulunuyor ve sanki kedi pisliği bulunmuş gibi hemen üstü toprak ile örtülüyor, bu ortaya çıkınca da bu ülkenin Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, “ Şimdiye kadar bulunamamış ne var sanki iki yüz üç yüz daha toprak altında kalsa ne olur” diye bir açıklama yapıyor.

Ve bunu her fırsatta su mühendisi olduğunu ayrıca doğa aşığı ve tarihi eserlere çok önem verdiğini söyleyen bir kişi söylüyor. Hadi doğa ve tarihi eserler aşıklığını bir kenara bırakalım bir ülkenin Çevre Bakanı söylüyor bunu.

Aman bize ne değil mi, elbette devlet büyüklerinin bizlerden daha iyi bildikleri bir şey vardır.

Ne var sanki, kafamıza taktığımız şeye bakın ya.

Ne var sanki,

Sahiden bu ülke ne iş ya.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Herkes Kendi Cezasını Kendisi Versin

Ülkemizde yargı sistemi ve ceza kanunları artık öyle bir aşamaya geldi ki, insanın içinden bir suç işlemesi geliyor.

Çünkü suç işliyorsun ve halkımızın deyimi ile o suç, suçu işleyenin yanına kar olarak kalıyor. Adeta ödüllendiriliyor.

Bir sapık düşünün gözüne kestirdiği çocuk sayılabilecek bir kızı kıstırıp tecavüz ediyor. Kız korkudan hiç kimseye bir şey diyemiyor. Bunu fırsat bilen sapık kıza üç yıl boyunca zaman zaman tecavüz ediyor.

Canına tak eden kız bütün cesaretini topluyor ve polise, savcıya suç duyurusunda bulunuyor. Sapık gözaltına alınıyor ve hapishaneye atılıyor.

Ama ne yazık ki, ilk duruşma olan iki ay sonra serbest kalıyor. Serbest kalmasının sebebi artık hakimin takdirine mi yoksa kanunlardaki anlaşılmaz maddelere mi göre veriliyor onu hala anlamış değilim.

Her şey burada bitmiyor.



Serbest kalan sapığın yaptığı ilk iş hemen yıllarca tecavüz ettiği kızı bulmak oluyor ve aynı tacizlerine ve tecavüzlerine arkasına aldığı kanunların sayesinde de her şeye kaldığı yerden devam etmek için yola koyuluyor.

Genç kız yine aynı şeylere maruz kalmamak için evdeki av tüfeğini alıyor, önce sapığı yaraladıktan sonra tüfek ile defalarca kafasına vurarak sapığı kendince cezalandırıyor.

(Bana sorarsanız bunu çoktan hak etmişti)

Tabii her şey burada da bitmiyor. Kendini koruması için devletin kanunlarına sığınan bir kızı ne yazık ki koruyamayan yaşadığı ülkenin kanunları. Şimdi genç kızı planlı adam öldürmekten en ağır cezaya çarptırmak için yargılıyor.

Sanırım ağır bir ceza verildiği zaman bu genç kıza ülke de adalet en iyi bir şekilde dağıtılmış olacak.

Çocuk yaşta sayılabilecek bir kız devletin kanunlarına mağdur olarak sığınacak, ama onu korumak yerine ona her türlü sapıklığı yapan kişiyi iki ayda serbest bırak sonra da mağduru zalim olarak yargılayıp kanunun vicdanını sağlamaya çalış.

Kimbilir belki de sapığı mahkemedeki iyi halinden serbest bırakmışlardır. Hani 10 kişiyi öldürüyorsun ve mahkemeye takım elbise ve kravat takıp geliyorsun iyi halden dolayı almış olduğun cezanın yarısını indiriyorlar ya. O hesap.

Madem bu ülkede suç işleyenlere ödül verilir hale gelindi. Bırakın herkes kendi kanununu yapıp kendi cezasını versin.

Vatandaş kendi okulunu, camisini, yolunu, hastanesini yapıyor da kendi kanununu yapıp kendi cezasını neden vermesin.

Adaleti sağlayamadığın yerde, yaptığın kanunlar ve verdiğin cezalar her zaman mağdurlara uygulanır.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Topuklu Ayakkabılı "Hanımefendiler"

Hey benim aslan sosyal demokrat Şişli Belediye Başkanım.

Kuracağım kuracağım dedin partini de kurmadın, gündemden böylece düşmüş oldun.

Düşündün taşındın sanırım biraz da kaşınmış olacaksın ki, Şişliye çok büyük bir hizmet yaparak tekrar gündeme gelmeye başladın. Baksana gazeteler ve televizyonlar senin yapmış olduğun o müthiş “hizmetten” bahsediyorlar.

Gazeteciler ve televizyonlar o sokağa gidip insanlar ile röportaj yapıp sokağı yanındaki iş adamlarıyla açmanı görüntülüyorlar.

Çok yakın bir zaman da kaldırımları parke taşları ile döşenen bir caddeyi sözüm ona bazı “hanımefendiler” topluklu ayakkabı ile rahat dolaşamadıkları için bilmem kaç milyon lira para harcanarak en az 50X50 granit taşlar ile döşenmiş. Ve bazı yerlere de kırmızı halılar döşenmiş. Hatta arabaların geçtiği caddeye bile kırmızı halı serilmiş.



Hani senin yaptığını deli bile yapmaz diye bir tekerleme vardır. İşte bu “hizmet” bana bu tekerlemeyi hatırlatıyor. (Bana her şey seni hatırlatıyor gibi oldu)

O caddenin sağından ve solundan biraz yol alsanız Şişli ilçesinin sınırları içinde kalan gecekondu mahalleri vardır.

Şu kış gününde yakacak odun ve kömür bulamazken, açlıktan günde bir defa yemek yerlerken. Sen kalkacaksın bazı “hanımefendilerin” topuklu ayakkabılarının topukları parke taşlarının ara bölmesine denk geldiğinden dolayı rahat yürüyemiyorlar diyeceksin ve Osmanlı padişahlarının bile yapmayacağı bir savurganlıkla 2011 yılının en büyük sosyal adaletini dağıtan sosyal demokrat olduğunu söyleyeceksin.

Tabi burada araştırılması gereken çok şey var. Bu cadde kime restore edildi. Restore diyorum çünkü bunun adı budur. Yoksa cadde tamiratı veya yapımı falan değildir.

Bu granit taşları kim imal ediyor. İthal ise kim ithal ediyor gibi bir sürü soru üretebiliriz.

Bir gazetenin köşe yazarı yazdığı yazılarının sonuna “Biz ne zaman adam oluruz” diye sorardı ve sonra da kendince her gün bir cevap yazardı.

Biz ancak öldüğümüz zaman adam oluruz. Gerçi ölmek bile adam işi ya neyse.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Bir Dolar Bile Fazla

Hükümetin bir bakanı, sanırım ekonomiden sorumlu olan bakanı “Türkiye’de günlük 1 doların altında yaşayan insan kalmadı” dedi.

Dolar bugün itibariyle 1,5665 Türk Lirası. Yani ülkemizde yaşayan insanlar en an bir gününü 1 lira 50 kuruşa geçiriyorlar.

Bu da demek oluyor ki Türkiye’de bir ayda yaklaşık 45 Türk lirasına tüm ihtiyaçlarınızı karşılar ve köşeye bir miktar zor durumlarda kaldığınız zaman harcayabileceğiniz paranızı bile biriktirebilirsiniz.

Bakan bu lafı şaka olsun diye mi söyledi diye bir an tereddütte kaldım. Ama sonra bir baktım ki, ülkenin sayılı gazetelerinden birinin ekonomi sayfasında kocaman yer ayrılmış ve bakan ciddi ciddi bu lafı söylüyordu.



Acaba dedim sonradan insanlar bir günlük ve aylık tüm masraflarını yaptıktan sonra ayrıca günlük 1 dolar harcama lüksünü mü gösteriyorlar diye düşündüm.

Ama yok haberden böyle bir anlamda çıkmıyordu. Ekonominin düzlüğe çıktığından ve 1 doların insan üzerindeki refah seviyesinden bahsediliyordu.

İşine iki araçla gidenin 2,5 lira yol parası verdiği,

Bir simitin 1 lira olduğu,

Bir ekmeğin 1 lira olduğu,

Aylık doğalgaz faturasının kışın ortalama 300 lira geldiği,

Elektrik ve su faturasının üç kişilik aileye en az 45-50 lira geldiği,

En düşük kiranın 600-700 lira olduğu,

Bir ülkede günlük 1 dolara yaşamayı zenginlik olarak gösterebilen bir başka ülke yöneticileri var mıdır bilemiyorum.

Eğer bir insan yaklaşık 45 liraya bir ay tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa neden memura ve işçiye zam yapıyorsunuz İMF doğru söylüyor Türkiye’de memurlar ve işçiler çok fazla maaş alıyor, günlük bir dolara endeksleyin ve döviz kuruna göre her ay maaş alsınlar.

Verin aylık 30 dolar bozdurup bozdurup harcasınlar.

Milletvekilleri  ayda  10.500 lira maaş ve iki yılını dolduran vekilde 5000 lira emekli maaşı alıyorlar, yani toplam 15.500 lira maaş alıyorlar. Şimdi bunu dolara çevirelim ve 30’a bölelim vekillerin bir günlüğü kaç dolara geliyor.

Benim matematiğim çok kötü eğer merak ediyorsanız gerisini siz hesaplayıverin artık.