27 Aralık 2010 Pazartesi

Yargısız İnfaz Yakınları

Çocuklarını
Eşlerini
Annelerini
Babalarını
Akrabalarını

Bir yerlere uğurladıktan sonra bir daha göremeyen insanlar yakınlarını bulmak için 300 haftadan beri Taksim Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesinin önünde her Cumartesi günü ellerinde resimler arıyorlar.

Ama seslerini ne yazık ki, yine kendi durumunda olan bir avuç insandan başka hiç kimse duymuyor.

Onların yakınları alıp bir yerlere başını gitmediler.

Onların yakınları hasta değildi ve evinin yolunu bulamadıkları için evlerine dönemediler.

Onların yakınları çocuk değildi ve birileri tarafından kandırılmadılar.

Evet onların yakınları bu sisteme muhalif insanlardı, kimisi sendikacı, kimisi öğretmen, kimisi öğrenci, kimisi işçi, ama hepsi bilinçli insanlardı. Üstelik hepsi belli bir yaşın üzerindeydiler. Hiç biri çocuk değildi mesela. İnandıkları bir değerler vardı ve bu değerler için ellerinden gelen ne varsa onları yapmaya çalışıyorlardı.

Sistem kendisine muhalif olan her insanı susturmak ister ve onların da seslerini kısmak için kaybetme yolunu seçti.

Yani yargısız infaz.

Aileleri de biliyor aradıkları insanların hiç birinin şu an hayatta olmadıklarını. Ama hiç değilse cesedinin nerede olduğunu söylesinler de oradan alıp zaman zaman mezarına gidebileceğim bir yere gömeyim diye arıyor kimi eşini, kimi oğlunu, kimisi de kızını.

Evet Cumartesi anneleri ve aileleri diye adlandırılan bu insanlar ömürleri yettikçe yakınlarını arayacaklar. Duymayanlar yine duymayacak. Duyanlar yine kendileri gibi mağdur insanlar olacak. Ama bu o insanların kapitalist sistem tarafından kaybedildiğini asla saklayamayacak.

Zaman zaman bu eylemin üstünü örtmeye çalışmak için kendiliğinden kaybolan veya bir takım sebepler yüzünden kaçırılan kişiler ile aynı kefeye konmaya çalışılıyor. Bence bu nafile bir çaba olarak kalacaktır.

Bir televizyon kanalı Cumartesi anneleri ile ilgili bir program hazırlamış ve sadece o kayıp yakınları diye kurulan derneğin çalışmalarını ön plana çıkartıp adeta yargısız infaza giden insanları es geçmesi cahilliğinden mi kaynaklandı yoksa gerçekleri örtme planımıydı? Umarım cahilliğinden kaynaklanmıştır. Yok sistemi aklama programıysa siyasi olarak a-politikleşen halkı kandırabilirsiniz ama kendinizi kandırmanın size ne faydası var kendinize bir sormanızı tavsiye ederim. Son dönemlerin bir cümlesi var. Kimi görmek istiyorsan aynaya bak diye. Sizde bir aynaya bakın isterseniz bakalım ne göreceksiniz.

Aslına bakarsanız ben eskiden beri “Cumartesi Anneleri” tanımlamasını hiç sevmedim. Sadece Cumartesi günü toplanıyorlar diye böyle bir isim kondu ama toplanmanın içeriğini bana kalırsa biraz boşaltıyor. Salı günü toplansalardı “Salı Annelerimi” diyeceklerdi. Veya başka bir gün toplansalardı o günün ismi mi koyulacaktı.

Ayrıca sadece annelerin isminin geçmesi de, babalara ve eşlere de bir haksızlık yapılıyor gibi geliyor.

Ve bir takım kendini bilmez insanlarında eylemi saptırmak için ellerine bir fırsat verilmiş oluyor.

Onun yerine “Yargısız İnfaz Yakınları” diye adlandırılırsa diğer kayıplar ile karıştırılması planlı bile olsa zorlaşacaktır.

Geçenlerde bir bakan, “Bu insanları oraya toplayıp eylem yapmak için birileri kullanıyorlar” dedi. Yetmiş yaşına gelmiş bir anne, baba ve eş oğlunu, kızını ve eşini aramazda ne yapar. Aramasa kullanılmıyor, yok arar ise birileri neredeyse elden ayaktan düşmüş bu insanları kullanmış mı oluyor. Demek ki kendisinin çocuğu kaybolsa herhangi bir sebeple aramayacak. Böylesi bir düşünceye nasıl bir cevap verilebilinir ki?

Bu insanlar çok şey istemiyorlar, kızlarının, oğullarının ve eşlerinin cesedini istiyorlar.

Cesedi bile olsa verin şu insanların kızlarını, oğullarını ve eşlerini.




  

19 Aralık 2010 Pazar

Siz Hiç Bedeninizi Siper Ettiniz Mi?

Siz hiç aralık ayında kar yağarken açık havada sıcaktan soyundunuz mu?

Sizin hiç bulunduğunuz mekanın tavanı ve duvarları Hilti duvar kırıcısıyla yıkıldı mı?

Sizin hiç o kırılan duvarların arasından üzerinize kimyasal gazlar atıldı mı?

Sizin hiç üzerinize benzin dökülerek bedeniniz ateşe verildi mi?

Siz hiç uzun namlulu silahlara karşı şeker ve un çuvallarından barikat kurdunuz mu?



Sizin üzerinize hiç on beş metreden uzun namlulu silahlarla ateş edildi mi?

Sizin hiçbir arkadaşınız bedenini size siper etti mi?

Siz hiç o arkadaşınız yere düştükten sonra, arkanızdaki arkadaşınıza bedeninizi siper ettiniz mi?

Sizin hiç 10 metre yükseğinizden Skorzy helikopteri uçtu mu?

Siz hiç binlerce askerin oluşturduğu koridordan geçerken vücudunuza yüzlerce kalas darbesi yediniz mi?

Sizin elleriniz kangren olsun diye plastik kelepçeleri sonuna kadar sıkıp saatlerce bekletildiniz mi?

Siz hiç elleriniz kelepçeli saatlerce bekletilirken yağan kar içeriye girsin diye camları açılan cezaevi ring aracında bekletildiniz mi?



Siz hiç yüzünüz kan revan içinde başka cezaevine nakliniz yapılırken gideceğiniz yere kadar ring arabasının içinde kalaslarla dövüldünüz mü?

Siz hiç nakliniz yapıldığı cezaevinden girer girmez elbiseleriniz yırtılıp çırılçıplak soydurulup her türlü işkenceye maruz kaldınız mı?

Siz hiç jop ile tecavüze uğradınız mı?

Siz hiç hücrenize giderken yol boyunca demir çubuk ve kalaslarla dövüldünüz mü?

Siz hiç atılan gazlardan ve işkencelerden dolayı geriye dönüşü olmayan hastalıklara yakalandınız mı?

Bu soruları o kadar çok çoğaltabiliriz ki, hiç biri de hayal ürünü olmayan birebir bir yaşanan gerçeğin ta kendisidir.

Evet bu gün 19 Aralık,  2000’nin 19 Aralığında  adının “Hayata Dönüş” olduğu ama aslında “Hayata Veda” olan 20 ayrı cezaevinde eş zamanlı yapılan katliamın yıldönümüdür.





Bundan önce de birkaç defa yazdım bu konu üzerine, şimdi öyle uzun uzun çok şeyler yazacak değilim. Yukarıdaki soruları okuyan herkes o yaşanan 4 günün nasıl bir cehennem olduğunu ve o cehennemi yaşayanları anlayacaklardır. Anlamak istemeyenler zaten şimdiye kadar anlamadılar. Onlar için devlete karşı gelen insanların sonları böyle olur, gerisi hoştur.

Bedenlerinden başka karşı koyabilecekleri bir şey olmamasına ve dört duvar arasından buhar olup kaçamayacaklarına rağmen başka bir ülkenin ordusu ile savaşıyormuş gibi planlar yapıp, özel komando tugayının binlerce askeriyle böylesi bir operasyon yapmanın adı zaten operasyon değil, katliam provasıdır. Nitekim de öyle oldu.

Operasyon bittikten sonra biz bu planın üzerinde bir yıldan beri çalışıyorduk diye açıklamalar yaparken. Bir taraftan da biz bu kadar ölü hesaplamamıştık çok daha fazla ölü bekliyorduk diyerek öldürdükleri 32 kişi ve yaraladıkları yüzlerce kişiyi az bulup sevindiler.

İşin en ilginç yönü de katliamdan sağ kurtulan insanlara adeta neden ölmediniz der gibi sadece Ümraniye E tipi cezaevinde ki, tutuklu ve hükümlü bulunan 398 kişiye,
adam öldürmek,
patlayıcı madde bulundurmak,
güvenlik güçlerine karşı cezaevi içinde barikat kurmak,
devlete isyan etmek,
devlet malına zarar vermek
gibi maddelerden iddianame hazırlanarak idamla yargılanmaktan dava açıldı. Açılan dava hala devam etmektedir.



Daha sonra 2 asker, 32 tutuklu ve hükümlünün öldüğüne dair Adli Tıbbın  vermiş olduğu raporda ölen her insanın uzun namlulu silahlarla öldüğü ve bunları operasyonu yapan askerlerin öldürdüğü bizzat devlet kurumunun vermiş olduğu raporla da kanıtlandı.

Dedim ya daha önce uzun uzun yazmıştım, şimdi o kadar uzatmayacağım. Zaten pek de ilgi çekmiyor. Ama bugün 19 Aralık olunca şöyle bir iki kelime etmeden de geçemedim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Röportajın Düşündürdükleri




Bir televizyon kanalının ana haberinin yapmış olduğu bir röportajı seyrederken yok artık bu kadar da olmaz dedim.

Röportajdaki insanlar kendinden utandı mı bilmiyorum. Ama ben seyrederken kendimden utandım.

Onlar sustu benim yüzüm kızardı.

Bu kadar da olmaz dedim. Yuh olsun hem de duble yuh.

Muhabir eline almış bir mikrofon ve çıkmış Taksimin meydanına soruyor.

Şu an ki Cumhurbaşkanı kim? % 70 cevap yok.

Bundan önceki kim? %  99 cevap yok.

Peki ilk cumhurbaşkanı kim. % 100 cevap yok.

Ama en ilginç suskunluk yaşayan iki kişi var dı ki, işte onlar benim yüzümü pancar gibi kızarttı ve utandım.

İki tane atama bekleyen öğretmen adayının hiçbir cumhurbaşkanının ismini bilmemesi ve ilk Cumhurbaşkanının kim olduğunu dahi bilmemesi yazıkların da ötesinde bir şey.

Ya insan şimdiye kadar Cumhurbaşkanı olan insanların isimlerini sırayla sayamayabilir. Ama ilk Cumhurbaşkanı kim onu nasıl bilemez. İlkokul 3. Sınıfta öğretilmeye başlanıyor okul hayatının boyunca her ders kitaplarında hatırlatılıyor.

Hele birde öğretmen olmuşsun ve devletin atamasını bekliyorsun. Bekleme kardeşim git kendine yüksek bir yer bul aşağıya at.

İyi ki atamanız yapılmamış ve bundan sonrada yapılmaz. Sizin öğrenci yetiştirme ehliyetiniz bence olmamalı ve bundan sonra da asla verilmemeli.

12 Eylül Askeri darbesinin amacına ulaştığını zaten biliyordum ama bunları görünce daha bir emin oldum. 12 Eylül a-politik bir gençlik ve nesil yetiştireceğim diye yola çıktı ve ceremesini fazlasıyla aldığını 30 lu yaşlarda olan insanları görünce ve ne kadar başarılı olduğunu görmemek için sanırım kör olmak lazım.

12 Eylülün ölen generalleri rahat uyuyun görevinizi fazlasıyla yaptığınızı herkes görüyor. Ve sağ olan generaller siz de rahat bir şekilde ölebilirsiniz. 12 Eylülden sonra yetişen gençlik cenazenizi kaldırmak için sırada bekliyorlar. Tıpkı Kenan Evren’i ODTÜ de ayakta alkışladıkları gibi.

NOT : Muhabirin sorduğu soruya iki kişi doğru cevap verdi. Biri Taksim meydanında ki temizlik işçisiydi. Diğeri de işçi olduğu her halinden belli olan bir vatandaştı. Televizyon kanalıda bu iki kişinin bilmesine o kadar çok sevindi ki, en az bir dakika alkış efekti koydu.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Bu İşte Bir Yanlışlık Var

Ahmet Kaya söylemiş olduğu sözlerinde ki gibi düşünmeyen bir insandı. Yani sözleri başka yaptıkları başka olan bir düşünce tarzı vardı.

Mesela linç edilmek istenen o gecede ki söylemiş olduğu “ben Kürtçe bir şarkı yapıp, klip çekmek istiyorum” demesi bana göre tam bir şov amaçlı yapılan açıklamaydı.

Böyle bir niyetin var ise Kürtçe şarkını yapıp klibini de çeker televizyonlara gönderirdin ve yayınlayan yayınlardı. O sözü söylemeden öncesine yani yıllar gerisine baktığımız zaman zaten bu ülkede Kürtçe şarkı yapan yapıyordu ve klip çeken çekiyordu. En basitinden son zamanlarda devletin bile sahip çıkmaya çalıştığı Şiwan Perver ve Ciwan Haco adlı kişiler çıkarmış oldukları Cd ve kasetler sadece Kürtçe şarkılardan oluşur. Gerek yurt dışında gerekse de ülkemiz sınırları içinde her dükkandan Zeki Müren kasedi alır gibi alıp dinleyebilme şansı her zaman vardı. Sanki ilk defa bir Kürtçe şarkı yapılıp birde klip çekilecek havasına sokulmak istenmesi çok büyük bir hataydı.



Bu hatanın üstüne bir de milliyetçilik yapan yeni yetme pop şarkıcıları çıkınca gereksiz ve son derece ırkçı bir yaklaşımla uygulanmaya çalışılan linç edilme ortamı doğdu. Ahmet Kaya’ya saldıran yeni yetme pop şarkıcılarının derdi Kürtçe şarkı falan değildi, onların bütün öfkesi Kürtlere karşı idi ve böylesi bir şans da ayaklarına kadar geldi ve adeta kudurmuş gibi sırf Kürt olduğu için Ahmet Kaya saldırma eylemine geçtiler. Yoksa  Kürtçe şarkı yapılması hiç birinin umurunda bile değildi.

Askere gitmemek için kendilerini yurt dışında öğrenci ve işçi gibi gösterip bedelli askerlikten faydalanmak isteyen bir zihniyetin zaten Kürtçe şarkıların yapılmasının umurunda bile olacağını hiç sanmıyorum. Onların derdi sadece kendi suçluluklarını böylesi milliyetçi ve ırkçı bir takım davranışlar ile ne kadar ülkesini seven birileriymiş gibi göstermekten başka hiçbir dertleri yoktu.

Ahmet Kaya ilk sesini duyurmaya başladığında henüz 12 Eylül Cuntasından yeni kurtulmuştu ülke. Ama ülkenin üzerine bir karabulut gibi çöken korku ve sindirme politikası hala egemenliğini koruyordu. Bir şeyler bekleyen devrimci kamuoyu Ahmet Kaya’nın söylediği şarkılara ve verdiği konserlerde söylediği bir takım sözlere hemen sarıldı. Sarılmasının sebebi her ne kadar yapılan beste arabesk denen müziğe yakın olsa
da o bestelere hakim olan sözler ilerici, demokrat hatta devrimci olarak adlandırabileceğimiz bu ülkenin şairlerinin şiirleriydi. Onun içindir ki, bu şarkılar devrimci kamuoyunun sempatisini kazandı ve sahiplenildi.

Bundan dolayı da Ahmet Kaya artık konser izni alamıyor veya söylediği şarkılar ve alabildiği izinler doğrultusunda vermiş olduğu konserlerde söylediği sözlere hemen dava açılıyordu. Dava açıldıkça da Ahmet Kaya sahiplenilmenin etkisi ile daha bir popülaritesini arttırıyordu. Gel zaman git zaman şöhretin ve paranın da getirmiş olduğu rahatlıkdan dolayı artık Ahmet Kaya şarkılarındaki sözler ve konserlerinde ki söylemiş olduğu sözler gibi yaşamamaya başladı. Devrimci lügattaki gibi artık Ahmet Kaya burjuvalaşmaya başlamıştı. Burjuvalaşmanın bir yaşamı olan lümpence yaşam sürmeye başladı. Bu yüzden Ahmet Kaya devrimci kamuoyundan ve halktan kopmaya başladı. Devrimci kamuoyu da sahiplenmeyi bıraktı.



Artık Ahmet Kaya önü alınamaz bir yükselişe geçmişti. Öyle ki televizyonlar kendi kanallarında program yapsın diye teklif üstüne teklif götürmeye başladılar. Ve nihayet bir kanalı seçti ve “Ahmet Abinin Vapuru” isminde bir program yapmaya başladı. İşte bu programda Ahmet Kaya’nın bence devrimci kamuoyundan tamamen kopmasının nedeni oldu. Çünkü programa ülkücü mafya diye adlandırılan Nihat Akgün’ü davet etti ve “Ağam, paşam sen olmasan biz ne yaparız” gibi methiyeler dizdi. Yani Ahmet Kaya baştan da söylediğim gibi söylemleriyle pratiğinin uzaktan yakından hiçbir zaman bağlantısı yoktu.

O saldırı gecesinden sonra da devam eden bir davası yüzünden kısa bir ceza aldı. Cezaevinde bir yıla yakın bir zaman yatmamak için kim akıl verdiyse yurt dışına çıktı. Yurt dışında da bir yaşam sürdürmek için bir yerlere sığınmak zorunda kaldı. O malum yerlere sığınması da kendisini bitirici altın vuruş oldu.

Tüm bu yanlışlara rağmen Ahmet Kaya’nın ölümü elbette böyle olmamalıydı. Ahmet Kaya’dan daha eksi puanda olanlar bu ülkede kahraman olarak yaşamlarına devam ederlerken, yurtdışında bir yerlerde yalnız bir şekilde ölmesi elbette üzücü.

Ama Ahmet Kaya’nın ölümünün 10. yılı peki böyle mi kutlanmalıydı.

Hem bir gece tertip edeceksiniz, kendini ilerici, demokrat hatta devrimci olarak göreceksiniz, sonrada halktan uzak bir şekilde elit olarak kendi kendinize bir anma toplantısı yapacaksınız. Ayrıca Ahmet Kaya bir şarkısında “yurt dışına çıktığımdan beri bana bir selamı bile esirgeyenler dediği ve sitem ettiği insanların” katıldığı bir anma günü yapıldı. Ve üstelik Ahmet Kaya’nın ismini bile davet edildiğinde duyan devlet erkanını da davet etmek de ihmal edilmedi.

Evet bu işte bir yanlışlık var. Ahmet Kaya’nın anma gününü kendi gibi düşünmeyen bir sürü insan destekliyorsa ve ölümü için üzüldüğünü belirtip bu da yetmiyormuş gibi ülke için çok acı bir kayıp olduğunu söylüyorsa. Bu işte bir yanlışlık vardır.

Ya Ahmet Kaya kamuoyunda söylendiği gibi bir kişi değil ya da Ahmet Kaya’yı öven Ahmet gibi düşünmeyen insanlarda bir sorun var.