25 Haziran 2014 Çarşamba

"Benim hıyarlığım"













Her şey bu kadar basit işte. Bir kişi çıkacak; 

“ Benim başörtülü bacıma saldırdılar, üstleri çıplak iki yüz kişi üstüne işediler” 

diyecek ve biri de kalkıp; 

“ Evet doğru o görüntüleri ben de izledim” diyecek.

Aradan bir süre geçtikten sonra o iddiaların doğru olmadığı, sadece o an ki yapılan protestoları manipüle etmek için ortaya atılan koca bir yalandan ibaret olduğu ortaya çıkacak. 

Tüm bunlar yaşanırken ortaya çıkıp hiçbir açıklama yapmayacaksın, her şey bitmiş, hatta unutulmuş bir durumdayken. Ülkenin gündeminde bambaşka şeyler varken bir röportajın arasına;

"Ben de anlamadım aslında. Benim hıyarlığım, atmamalıydım o tweetleri. O tweetleri atarken tam olarak şurada oturuyordum."

Sözlerini söylemek ile her şey hal olmuş olacak.

Şimdi sormak gerekiyor, olmayan bir görüntüyü sen nasıl ve nerede izledin. Hadi birilerinin böylesi yanlış söylemlerine kendini inandırmak istedin. Bunu kamuoyuna neden inandırmak istedin. Hayal gücün bu kadar mı yüksek, yok hayal gücün falan değilse o zaman ne içiyorsan bize de söyle biz de içelim çünkü çok güzel kafa yapıyor. 

Ülkenin o günkü yaşadığı olayları göz önünde bulundurursak, böylesi bir açıklamanın nelere mal olacağını tahmin edemedin mi. Yoksa ettin de olmasını istediğin eylemler, senin gibilere inanmayıp niyetini boşa mı çıkardılar. 

Şimdi kalkıp, “ben de anlamadım”, “ben hıyarım”, “ o tweetleri atarken şurada oturuyordum” demenin ne anlamı var. Şarkı gibi değil mi? 

Şurası göz göze geldiğimiz yer, eskiden kavun idim şimdi döndüm bir hıyara, seni nasıl sevdim bir türlü anlamadım.

Bu zat bir zamanlarda “Yetmez ama evet” çiydi. 

O zatı muhteremlerin de büyük çoğunluğu gazetelere röportajlar verip, ay biz bu kadarını tahmin edememişiz bizi kandırdılar deyip günah çıkardılar. 

Şimdi bunlara sormak lazım;

Sizler hıyarsanız,
Sizler yaptığınız bir işi anlamıyorsanız,
Bu kadar çabuk kandırılıyorsanız,
Bu kadar çabuk fikirlerinizden dönebiliyorsanız,

Nerede kaldı sizin aydın, yazar, gazeteci, araştırmacı, sanatçı gibi ünvanlarınız. 

Yazılarınızla, analizlerinizle, kitaplarınızla, araştırmalarınızla, kamuoyuna yön vermeye çalışıp insanları bir yere kanalize etmeye çalışıyorsunuz. Bunda da hakkınızı yememek lazım başarılı oluyorsunuz. 

Ama aradan bir süre geçtikten sonra, o söylediklerinizin yüzde bir milyon karşı görüşleri dile getirip, bizi kandırdılar, biz bir şeyden anlamıyoruz, biz hıyarız derseniz. Hepsi bir yana sadece hıyarlık baz alınır. 

Sizlerden ricamız kendi düşünceleriniz kendinize saklayınız, gidin oturun evinizde, bakın ülke de hayat eskisinden çok daha güzel olacak.

Not : “Benim hıyarlığım” diyen kişi İsmet Berkan’dır.  

16 Haziran 2014 Pazartesi

Nasıl Bir Kültür Zenginliğidir Bu?



















Çocuklara büyüyünce ne olacaksın diye sorulur ve çeşitli cevaplar alırdınız ya. Şimdi özellikle kız çocuklarına böyle bir soru sorduğunuz da “İyi bir gelin olacağım” diye cevap alırsanız sakın şaşırmayın.

Altı yaşında kız çocuğunuzu okula gönderdiniz on bir yaşına geldiğinde yani beşinci sınıfı okumaya başladığında rehber öğretmenleri çocuğunuza nasıl bir gelin olacağını empoze etmeye başlayacak. 

Ve bunu devletin çıkarmış olduğu “Sosyal Bilgiler Öğretmen Kılavuzu” kitabının müfradatına uyarak yapacak. Ve de uygulamalı olarak nasıl mı? İşte böyle.

“- Kız öğrencilerinizden birine gelin  rolü veriniz. 
- Diğer kız öğrencileriniz, bölgenize ait ya da ders kitabındaki (s.40) kına türküsünü seslendirsinler. 
- Gelin olan öğrencinizin başına kırmızı yazma örtünüz. Öğrencilerinizden kına türküsü söylenirken gelinin eline kına yakılmasını canlandırılmasını isteyiniz. 
- Kına gecelerinin genellikle gelin olacak kızın evinde kaldığı son gece yapıldığını, bu gecelerde yöresel kıyafetler giyildiğini belirtiniz. 
- Erkek evinde de erkek kınası yakıldığını söyleyiniz.”

Bu maddeler bir senaryo gereği okulda oynanacak olan tiyatrodan alınma falan değil. Yukarıda bahsedilen “Sosyal Bilgiler Öğretmen Kılavuzu” dan alınma. 

Bunun devamı da var.

- Öğrencilerinize, kınanın gelin olacak kızın yeni evine bağlı kalacağını sembolize etmek üzere yakıldığını, gelinin evinin ve kocasının yoluna gerekirse kurban olacağının vurgulandığını söyleyiniz. 
- Öğrencilerinizden katıldıkları kına geceleri hakkında bilgi vermelerini isteyiniz. 
- Etkinliği yöresel kıyafetler, gerçek kına vb. kullanarak da gerçekleştirebilirsiniz.

Olayın vahameti zaten burada ortaya çıkıyor. Yöresel kıyafetler ve kına yakma merasimini bir yana bırakırsak, kızın evleneceği erkeğe kurban olması gayet normal bir davranış biçimi olarak gösterilmesi geldiğimiz ve gideceğimiz noktanın neresi olduğu sanırım anlaşılıyor.

Ve bu empozeyi resmi okullardaki rehber öğretmenler tarafından yaptırılmasının da ne anlama geldiği gayet açık. On bir yaşındaki kız çocukları genelde kadın olan rehber öğretmenlere karşı olan sevgileri kullanılmaya çalışılıyor. 

Bir yandan çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlere karşı işlenen suçlarda ağır cezalar getirmek için sözüm ona meclise önergeler vereceksiniz. Diğer yandan da devletin resmi okullarında çocuk gelinler yaratmak için sosyal bilgiler dersi adı altında kızlara kocanıza kurban olun diye eğitim vereceksiniz. Kandırmacanında ancak bu kadarı olur. 

Kadın cinayetlerini önlemek için yine mecliste kanun çıkartmaya çalışacaksınız ama, daha bebek denecek yaştaki çocuklara kocasının önünde ölmeyi kutsayacaksınız. 

Bu ders sadece kız çocuklarını etkilemeyecek, aynı zamanda erkek öğrencileri de etkileyecek. Daha on bir yaşında bu dersi zihninin bir yerine kayıt eden çocuk evlendiğinde okulda öğrendiği konuları uygulamaya çalışacak. Kendisine bir eş değil de kurban alan erkek, canı sıkıldığında eşini kurban edecektir. Aynı dersi almış olan bir hakimde hakim takdirini kullanarak kurbanı suçlu, kurban edeni de haklı görecektir.   

Unutmadan söyleyelim, bu ders “Kültürümüz Zenginliğimizdir” başlığı adı altında veriliyor. Bu başlığın içine ne kadar “zenginliğiniz” varsa koyabilirsiniz. Yaşadığımız ülkenin dört bir yanında zenginlik üstüne zenginliğimiz var nasıl olsa.

27 Mayıs 2014 Salı

Canlı Yayında "Boş kafalı" "Konuşma" diye Hakaret Edince Türkçe Kurtuldu mu?












Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu Türkiye’de ilk en genç profesör unvanına sahipmiş. 

Kuramsal kimyacıymış, moleküler biyologmuş. 

Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniveristesi Berkeley’de kuramsal kimya doktorasını yapmış. 

Japonya’dan ödül almış,

1975 yılında çıkarılan özel kanunla Türkiye Cumhuriyeti profesörlüğü verilmiş.

Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti özel elçisi olarak gönderilmiş.

Vs. vs. vs.

Bir sürü ünvan ünvan ünvan.

Bu kişi ve karısı geçen günlerde Hulki Cevizoğlunun Ulusal Kanal da yeni başladığı İkna Odası programına katıldı.

Program daha yeni başlamıştı ki, bir konuşma sırasında karısı inovasyon ( Buluş, icat) diye yabancı bir kelime söyledi.

Olanlar oldu, karısına “boş kafalı”, “konuşma” gibi son derece kaba üstelik ses tonu bir çocuğu bile azarlanmayacak şekilde bağırarak programı bırakıp gitti.

Neymiş efendim konuşurken yabancı kelime kullananlara çok gıcık oluyormuş. Türkçe ye çok önem veriyormuş, karısı nasıl olurda konuşurken yabancı bir kelime kullanırmış. 

Elbette kendi dilimizde ki, kelimelere sahip çıkmamız gerekiyor. Doksanlı yıllardan sonra sanki yeni bir dilmiş gibi yeni bir Türkçe türedi. Ama bizim cümle kurduğumuz kelimelerin yarısından çoğu ya Farsça, ya Arapça ya da batı dilinden gelen kelimeler, onları atmaya kalkarsak çok kısır bir kelime haznesi ile konuşmak zorunda kalırız ki,  o zaman da kimse anlamaz bizi.

En basitinden televizyon veya otobüs Türkçe bir kelime mi? Konuşurken televizyona “resimli kutu”. Otobüse de “oturgaçlı götürgeç” mi diyor bu profesörümüz.   

Masa (Rumca)
Televizyon (Fransız)
Otobüs (Fransız)
Pantolon (Fransız)
Fanila (İtalyanca)
Ceket (Fransız)
Kravat (Fransız)
Saat (Arapça)
Çorap (Farsça)
Telefon (Fransız)

Bunları o kadar çok uzatırız ki, vay be biz aslında yabancı bir dil ile konuşuyormuşuz da haberimiz yokmuş deriz. Ayrıca Türk Dil Kurumu öyle şeyler icat ediyor ki öz Türkçe anlamlar bulacağım diye resmen kullandığımız dili katlediyor. 

Örnek mi ;

amblem - belirtke
anchorman - ana haber sun.
aspiratör - emmeç
banliyö - yörekent
bypass - köprüleme
billboard - duyurumluk
çip - yonga
dart - oklama
duayen - aksakal
ekspres - özel ulak
eküri - ahırdaş
gurme - tatbilir
kapora - güvenmelik
klip - görümsetme
light - yeğni
lot - tutam
metroseksüel - bakımlı erkek
migren - yarım baş ağrısı
navigasyon - yolbul
ordövr - yemekaltı
panik - ürkü
prime time - altın saatler
raket - vuraç
reenkarnasyon - ruh göçü
self-servis - seçal
sürpriz - şaşırtı
terör - yıldırı
tirbuşon - burgu
tribün - sekilik
türbülans - burgaç
ultrason - yansılanım
voleybol - uçan top
zapping – geçgeç

hadi şimdi bir cümle kuralım,

Dün akşam bir görümsetme izledim çok güzeldi.

Anladınız değil mi?

Bunların hepsi bir yana bir televizyon kanalında canlı yayında yukarıda saydığımız ünvan üstüne ünvan alan bu kişin bir yabancı kelime yüzünden karısına karşı ortaya koymuş olduğu tavır asla hoş görülecek bir durum değil. Ama nedense hiçbir yerde haber değeri bile olmadı bu davranış. 

Televizyonun canlı yayınında karısına “konuşma”, “boş kafalı” diyen profesör ünvanlı bir kişi evin dört duvar arasına girdiğinde acaba nasıl bir eylem içine giriyor. Benim aklıma işkence bile geliyor.

Kadın hakları diye en ufak şeyde bağıran kurum ve kişilerden de nedense bir ÇIT sesi bile gelmedi.

Bana çok ilginç geldi, size de gelmedi mi? Hangi dalda ne uzmanlığı ve profesör ünvanı olursa olsun bana böyle kişiler lazım değil. Hakaret eden birisini bilinçli bir insan ne kadar doğru söylerse söylesin düşüncelerini önemsemez. Karısına böyle davranan karşısına kendi gibi düşünmeyen biri geldiğinde ne yapar düşünmek bile istemiyorum.

Türkçe konuşmak gerekiyor, bunun bilincinde olup yeni yetişen çocuklara da Türkçe öğretmek görev olmalı. Özellikle de kullandığımız kelimeleri anlamsızlaştırarak vurgulamak son derece yanlış. Bunu yapanları uyarmalı ve eleştirmeli. Karşımızda ki kim olursa olsun  hakaret etmeden.








17 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir Sendika Göremedim Sanki









İddialar

İddialar

İddialar

Neler yok ki aralarında, 

Kaçak çalışan işçiler,

Çalışmak istemeyen bir işçinin dövülerek öldürülmesi, tazminat vermemek için işçinin hastanede öldü diye rapor tutulması,

Yevmiye ile çalışma sistemi,

Her gün kamyonlarla madenin önüne gelen çalışmak isteyen 
işçilerin arasından karpuz seçer gibi işçi seçmek,

Zorla seçim mitinglerine götürmek,

Bilmem şu partiye oy vermezseniz işten atarız demek,

On beş on altı yaşında çocukların çalıştırılması,

Onlarca hatta yüzlerce Suriye’li çalıştırılıyormuş,

Önceki vardiya dışarıya çıkmadan bir sonra ki vardiyanın içeriye girmesi,

Daha neler neler tek tek not tutulmadığı için tüm iddiaları akılda tutmak da çok zor.

Sayılan ve sayılamayan iddiaların üzerine hala sayıları net belli olmayan resmi açıklamaya göre 302 kişinin ölümü üzerine çevrenizde değişen bir şey var mı? Yok. Bir iki ilde yapılan cılız gösteri ve bir iki sivil toplum kuruluşunun yapmış olduğu açıklamalardan başka hiçbir şey yok. 

Yaşanan katliam bir kaza sonucu bile olsa kazanın bile sorumlusu olur. Sonuçta da kaza da bir ihmalin ve alınmayan tedbirsizliğin sonucu meydana gelir. Yoksa kaza oldu elden ne gelir gibi saçma bir teori olmaz. 

Benim asıl dikkatimi çeken şey bu işyerinin örgütlüğü olduğu sendika nerede. Maden-İş diye bir iki kanalda açıklama yapan sendika başkanlarını gördüm. Sanırım şube başkanı veya o işyerinin temsilci başkanları idi, ağızlarında bir şeyler geveleyip durdular ne dediler bir şey anlamadım. Bir daha da görünmediler zaten.

Bunca iddialar bu katliamla birlikte ortaya çıkmadı. Yıllardan beri süregelen sorunlardır bunlar. Sendika ne işe yarar? Sadece işçiden aidat toplayıp keyif çatma gibi bir görevi yoktur sanırım. Sadece toplu sözleşme zamanı geldiğinde işverenle masaya oturup şu kadar zam isterim den öte çok daha başka görevleri de vardır.

Şimdi hemen biz çok kere rapor hazırladık, ama kimseye duyuramadık gibi absürd savunmalar yapılır. 

Bu iddiaların her biri tek tek iş bırakma ve greve gitme sebebleridir. Eeee böyle bir şey yapılmış mı? Yapılsa en azından kamuoyunda duyardık. 

Sendika temsilcileri ve sendika başkanlarının işçilerden hiçbir ayrıcalıkları olmadığı halde maden işçinin bir aylık maaşı en fazla bin beş yüz lira iken acaba o sendika başkanlarının ne kadardır bileniniz var mı? Sendikacılık yapmış birisinin yalancısıyım en az on beş bin lira dedi. Oysa sendika başkanının maaşı en fazla en yüksek işçi maaşına bedeldir. Yani bir fabrikada veya madende en yüksek işçi maaşı neyse sendika başkanı da ancak o kadar alır. O Konferedasyon başkanlarının maaşlarını hiç tahmin bile edemiyorum.

İşçi temsilcileri ve sendika başkanları işçi avukatlarıdır bir nevi. İşçiler kendi aralarından işverene karşı kendilerini temsil etmek için yine kendileri gibi işçileri seçerler. Ama nedense bizim ülkemizde tıpkı milletvekilleri nasıl seçildikten sonra halka yabancılaşıp halk düşmanı oluyorsa, sendika başkanları da seçildikten sonra işçiye yabancılaşıp işçi düşmanı oluveriyorlar. 

Asla temsilcisi olduğu fabrikaya veya madene uğramıyorlar. Yolunu dahi bilmediğin bir işyerinin sorunlarını nasıl savunacaksın. Fabrikada veya madende çalışan işçiler çocuğuna kışın nasıl bot alacağını düşünürken, sendika başkanı çocuğunu acaba hangi koleje göndersem diye düşünüyor. 

Sendikaların plazaları olmaz,

Sendikaların ultra lüks büroları olmaz,

Sendikaların milyonlarca tutarı olan taşınmaz mülkleri olmaz,

Sendikaların başkanları da olmaz.

O yüzden Soma’da ki katliamdan beri bir tane aklı başında bir sendika başkanı görmedik. Çıkıp da işçinin, memurun, köylünün anlayabileceği bir şekilde neler oldu ve neler oluyor anlatamadı. Hep mırın kırın şöyle oldu da böyle oldu. Peki onlar olurken SEN NERELERDEYDİN BE ADAM.

Sendikaların o fabrika da veya maden de bizzat çalışan işyeri temsilcileri olur. Sendikaların işçiden yirmi kat fazla maaş alan başkanları olursa onlara İŞÇİ AĞASI denir. İşçi ağaları da işçiden yana değil işverenden taraf olur.  

Burada bütün görev işçilere düşüyor silkinip sırtınızdaki kamburları atacaksınız. Kendi temsilciliğinizi kendiniz yapacaksınız. Temsilcinizi bir plazanın bilmem kaçıncı katında çocuğunun yurt dışında ki göndereceği okulun broşürünü karıştırırken değil, yanınızda kazma sallarken göreceksiniz. 

Bunu başaramadığınız zaman onlar SAĞ  siz de ÖLÜ olursunuz.

11 Mayıs 2014 Pazar

Haydi Rastgele














İtalya’nın başkenti Roma’da bir kilise şeytan çıkarma kursları vermeye başlamış.

Başta öğretmenler, doktorlar ve avukatlar olmak üzere yüzlerce kişi de başvurup kurs almaya başlamışlar.

Gazete de haberi okuyunca önce bir film senaryosu sandım, ama değildi. Üstelik bu kursu alabilmek için 250 euro da üste veriyorlardı.

Bu kurs hristiyanların yaşadığı tüm dünya memleketlerine yayılır ve önü alınamaz bir durum haline gelir. Çünkü bu iş tutar, sonuçta işin içinde din ve para var. 

Nasıl olsa bir kişinin içinden çıkan şeytan, boş duracak hali yok ya başka birinin içine giriyordur. Bu işin kursunu alan kişilerde bu kursu boşuna almıyordur. Şeytanı çıkarmak için bir emek veriyor ve bu emeğin karşılığını da alacaktır.

Yani kilise ve kursiyerler bu işten karlı çıkacak anlaşılan. Bu işten karlı çıkacak olan sadece onlar değil, içine şeytan kaçan kişiler de mutlu olacak. Şeytandan kurtulmuş olacaklar. 

Kiliseler ve kursiyerler için yeni iş alanları açılacak anlaşılan. Kiliseler resmi bir kurum olmasa da aldıkları ücretin bir kaydını tutup, aldıkları ücretin faturasını da vereceklerdir. Fatura vereceklerine göre vergi de vereceklerdir. Bakın devletinde karı oldu.

Hiç değilse olay resmileşir, biz de ki gibi cin çıkarıyorum diyen üfürücükler türemez. Diplomalı ehiller yetiştirilir. Bu işin üniversitesi bile açılır demedi demeyin.

İlizyonistler şapkadan tavşan çıkara çıkara bu işin üniversitelerde kürsüleri açıldı.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Kimin Olması Hiç Önemli Değil


















Son günlerde bir Cumhurbaşkanlığı konusu aldı başını gitti. Yok kim olacak, yok şu mu aday bu mu aday. Bir de şimdi diploma krizi çıktı. Üç yıllık mı, dört yıllık mı. 

Kimin Cumhurbaşkanı olacağı hiç umurumda bile değil. O olsa ne olur, bu olsa ne olur. Sanki birilerinin istediği olsa Türkiye uzay mekiği yapacak. Ha Ali Veli, ha Veli Ali.

Benim anlamadığım ilkokul mezununu milletvekili yapıyorsun, 

bir partinin genel başkanı yapıyorsun, 

o genel başkan başbakan oluyor, 

hiç bir vasıf nitelikleri aramıyorsun, 

iş Cumhurbaşkanlığına gelince, 

yok üniversite mezunu olacak, 

yok yabancı dil bilecek, yok bilmem ne olacak.

Bizim gibi ülkelerde Başbakanlar Cumhurbaşkanından çok daha etkili ve yetkili makama sahiptirler. 

Ülke adına her türlü anlaşmalara imza atarlar. 

Ülkede her türlü kararları alıp uygularlar. 

Ülkenin ekonomisini ve siyasetini belirlerler. 

Ülkenin anayasasını gerektiğinde yeniden yazarlar. 

Ülkenin ceza yasalarının nasıl olacağını belirleyip ona göre kanunlar çıkartırlar.

Yani bir ülkenin kaderini değiştirebilecek konumdadırlar.

Daha neler neler.

Bir ilkokul mezunu seçmenden oy alıp Başbakan olursa bunları yaptığında hiç kimsenin umurunda olmuyor. Ama meclisin çıkarmış olduğu yasaları sadece imzalayan bir Cumhurbaşkanının illa üniversite mezunu olması ve yabancı dil bilmesi gerektiğini söyleyip hop oturup hop kalkıyoruz.

Bunun sebebini aslında Cumhurbaşkanı bu niteliklere sahip olması gerektiği diye düzenleme yapanlara sormak gerekir. 

Akıllarınca ülkenin Cumhurbaşkanı bu niteliklere sahip olursa ülkenin imajı yükselecek.

Bir de Cumhurbaşkanını halk seçsin diye sandığa gidip oy verenler acaba hiç düşündüler mi, aday olanlar miting meydanlarında Cumhurbaşkanı olduğunda halka ne vaad edecekler diye.

İşin ilginci on birinci Cumhurbaşkanını halk seçsin diye oy verdikleri halde on birinci Cumhurbaşkanını neden meclis seçti diye kendilerine hiç sordular mı? 

Not : Karikatür Tan Oral'a aittir.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Çoban











Türkiye Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği (TÜDKİYEB) "Çoban Ulusal Meslek Standardı" adı altında bir rapor hazırlamış ve bu rapor resmi gazetede yayınlanmış.

Eğer bu rapor hayata geçirilebilirse bunda sonra çobanları aşağılayında görelim.

Bu rapora göre çoban, " iş sağlığı ve güvenliği ile çevreye ilişkin önlemleri alarak; kışın ağıl/ahırda, yazın merada sürüsünün beslenmesini sağlayan, sağlığını koruyan, bakım işlemlerini yürüten, sürüyü yönlendiren ve mesleki gelişim faaliyetlerine katılan nitelikli kişi" olarak tanımlanmış.

Ayrıca düzenlemeye göre, çobanlar, "bitki çeşitleri ve hayvan beslenmesine etkileri, hastalık durumunda hayvanlara uygun tedaviyi takip etme, hayvan besleme/yemleme, hayvan sağlığı ve hastalıkları, hayvanlara yönelik koruyucu bakım uygulamaları hakkında bilgi ve beceriye sahip olmaları'' gerekecek.

Çobanlar bunca nitelikli olmaları halinde, benim diyen nice üniversite mezunlarında daha çok bilgiye sahip olacağından, artık çobanlar benim oyum ile kendilerini bir takın kariyer sahibi olanlar ile bir mi derlerse şaşırmayın.

Bana göre, nice çobanların böylesi niteliklere sahip olmadan da o kişilerden çok daha değerliydi. Şimdi böylesi bir eğitim aldıklarında o kişilerin çobanların yanında artık hiçbir değeri kalmaz. Zaten bir yarışmaya katılan bir çobanın nice üniversite mezunlarından çok daha fazla genel kültür sahibi olduğunu kanıtlamıştı. İlk soruda elenen üniversite mezunlarına inat hiç umulmadık bir başarıya imza atan bir çoban bunu bize göstermişti.

Uzun lafın kısası, çoban diye küçük görüldüğü ve yapmış oldukları mesleği böylesi bir düzenlemeyle ciddiye alınmasını sağlamaya çalışan Türkiye Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği bu çalışmalarında başarılı olur.